Hiç keyfim yok. İnsanın köpkesi hasta olunca yaşamın tadı tuzu kalmıyor. Buhran dönemlerimde kendime uyguladığım reçete: ya içinde en az üç ceset ihtiva eden bir diziye başlarım ya da kasvetli bir romana sararım. Herkes benzer şeyler yapıyordur umarım. Çünkü çivi çiviyi söker değil mi? June konusunda aşırı hassas olduğum için en ağır silahı devreye sokmaya mecburdum: Dostoyevski. Istırap, ahlaki çöküş, yoksulluk, toplumsal yozlaşmışlık, suç, vicdan azabı, adaletsizlik ve türlü derdoluk… Tam teşekküllü Dostoyevski Spa paketinin gevşetemeyeceği omuz yoktur. Yıllardır elime almadığım romanları arasından Budala’yı yeniden okumaya karar verdim.
Kasvet dehlizlerine balıklama dalmak için Suç ve Ceza daha iyi bir seçenek diye düşünüyor olabilirsiniz. Haklısınız. Çünkü Budala daha ziyade hüznün romanıdır. Ama bu sefer sonunu bilerek okuyorum. Ara ara yeşeren ümitlerin beyhude olduğununun farkında olarak yaptığım okuma deneyimini damardan melankoli almak gibi tarif edebilirim. Üstelik şahsi kanaatime göre, Budala Dostoyevski’nin en en en iyi romanı. (Evet, tam bir ‘unpopular opinion’ örneği farkındayım. Herkesin kitap zevkine kimse karışamaz.)
Romanın bir cümlesi yıllardır hafızamın derinlerinde dolaşır durur: “Hiç olmazsa tek bir insanla sanki kendi kendimleymişim gibi her şeyi konuşmak istiyorum.“ Romanın yarısına kadar geldim ama henüz bu cümleye ulaşmadım. Sonunu okumaya yaklaştıkça içim ürperiyor. Ah Mişkin… Şefkatli, merhametli ve masum prensim. Sen bu dünyaya fazla geldin.
Dostoyevski, Budala’nın ilk bölümünü bitirdikten sonra yeğeni Sonya’ya şöyle yazmış: “Kitaptaki düşünce benim eskiden beri sevdiğim ama güçlüğü yüzünden uzun süre ele almaya cesaret edemediğim bir düşünce. Şimdi ele alıyorsam, bunun nedeni, kendimi çok ümitsiz bir durumda bulmam. Romanın temel düşüncesi, mutlak iyi adamı anlatmak.”
Dostoyevski’nin bu romanı ikinci evliliğini yaptıktan hemen sonra yazdığının altını çizmek zorundayım. Endişelenmeyin, Dostoyevski, Tolstoy’dan daha iyi bir kocaydı. Ama kabul edelim, Tolstoy ile mukayese edilince her erkek muhteşem bir koca sayılabilir. Siz yine de eğer Rus bir yazarla tanışırsanız derhal topuklayın. Aklıma Pavlov geldi şimdi. Neyse. Tüm Rus erkeklerinden uzak durmanızı tavsiye ediyorum. Benim derdim, kız kardeşlerimin yüzü hep gülsün. Yoksa Dostoyevski’nin kızı Aimee gibi ırkçı falan değilim. Hatunun anılarını okuyanlar bana hak verecektir.
1867 yılında, 45 yaşındaki Dostoyevski, 20’lik çıtır stenografı Anna ile evlenir. Anna’nın bu evliliğin hemen öncesinde Kumarbaz romanını daktilo etmiş olması ise trajikomik bir durumdur. (Bence izdivaç öncesinde tarafların en büyük kusurlarını anlatan bir kompozisyon yazması zorunlu hale getirilsin. Üşenenler sayesinde uzun vadede boşanma oranında dramatik bir düşüş olacaktır diye tahmin ediyorum. Böyle parantez içinde yazınca sanki konu dağılmış olmuyor.)
Çiçeği burnunda çiftimiz, alacaklılardan kaçmak için Rusya’yı terk ederler. Dört yıl boyunca, Avrupa’nın farklı şehirlerinde oradan oraya sürüklenirler. Bu dönemde yaşadıkları ekonomik zorlukların boyutları korkunçtur. En temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları durumlara düşerler. Anna Dostoyevski günlüğünü benzeri cümlelerle doldurmuş: Rehine şunu verdik. Rehinden bunu kurtardık. Annemden borç istedik. Paltomu rehine verdik. Amcamdan borç istedik. Kocişim yine kumarda çocuklarımızın rızkını yedi falan filan…Kadın, kocasının roman kahramanlarından biri gibi yaşamış adeta. Dostoyevski rulet masalarında dirsek çürütürken Anna, genç yaşına rağmen elinden gelenin en iyisini yapmış. Dostoyevski’nin sadece eşi yahut çocuklarının annesi değil ayrıca muhasebecisi, menajeri ve editörü gibi destek sağlamış. Tüm kusurlarına rağmen sarıp sarmaladığı Dostoyevski’nin vefatının ardından da onun edebi mirasını titizlikle yönetmiş. Bugün de seni anmış olduk Annacık! Sen olmasan belki bir Raskolnikov karakteri daha gelirdi ama Budala yazılamazdı bence…
Mişkin’den edebiyat magazine hızlıca geçişim için kendi elimi sıkmak istiyorum. Yazana iyi geldi. Kafam mis gibi dağıldı. Okuyana verdiğim geçici rahatsızlığın ise mazur görüleceğini umuyorum. Hem de buraya kadar sabredenlere bonus olarak bir yatırım tavsiyesi vereceğim: Dün veterinerden dönerken June önce arabanın içine kustu sonra kakasını yaptı. Köpek ebeveynlerinden araba almayın.
Bazı karakterler, kitabın kapağını kapattıktan sonra da içimizde yaşamaya devam eder. Tıpkı Mişkin gibi. Gerçek hayatta, bu kadar kırılgan bir iyiliği taşıyabilecek insanlar var mı bilmiyorum. En azından köpekler var. Ben bebeğime sarılmaya gidiyorum.
Dipnot: Proust’un tüm hayatını didik didik de etseniz onun için saçını süpürge etmiş bir kadın bulamazsınız. Sırf bu yüzden bile kalbimde yeri ayrıdır. Bak Marcel’e yükseldim yine durup dururken.
“Ben kalbi olup aklı olmayan bir aptalım; sen de aklı olup kalbi olmayan bir aptalsın. İkimiz de mutsuzuz, ikimiz de acı çekiyoruz.”
-Budala
Teşekkürler, miskin miskin otururken, Mişkin’i hatırlatmanız:) Dostoyevski okumak bazen bir Dost ile sohbet gibi. Sağlıkla kalın.
June’a cok gecmis olsun. Benim ilk kedimin adi Juno’ydu. Yasasin patili bebeklerimiz