“Anlayış için gereken şey kafada, takdir etmek için gereken ise gönülde bulunur!” George Sand’in 1863 yılında Flaubert’e yazmış olduğu bu cümle üzerine düşünüyorum. Anlayış ya da takdir… Bütün mesele bu olabilir mi? George Sand gibi kadın yazarları ihmal sebeplerimizi sorguladıkça sinirim tepeme çıkıyor.
Bir yazar olarak ciddiye alınmak maksadıyla erkek mahlası kullanan George Sand, 19. yüzyıl Fransa’sında yaşamış en ilginç insanlardan biridir. 5 Temmuz 1804 tarihinde dünyaya gelen Aurore Lucile Dupin’in, hem anne hem de babasının, başkalarıyla ilişkilerinden birer çocuğu zaten vardır ve doğumdan sadece 1 ay önce evlenmişlerdir. Aurore’un ebeveynlerinin sıradışı ilişkileri, yalnızca o dönemin toplumsal normlarına meydan okumuyor, aynı zamanda onun özgür ruhlu ve şahsına münhasır bir kadın olarak şekillenmesinde de etkili olmuş gibi görünüyor.
4 yaşındayken babası ölen Aurore’in, bu noktadan sonra hayatında babaanne figürü büyük rol oynayacaktır. Bir mareşalin evlilik dışı çocuğu olan babaanne, Nohant köyünde bir malikanede yaşamakta ve aşağı tabakadan gelen Aurore’nin annesini hor görmektedir. 1809 yılında, Aurore, babaannesinin yanına taşınarak, özel bir öğretmenden gramer ve latince dersleri alacaktır. Torununun başına buyrukluğunu kontrol altına almak isteyen babaanne, Aurore’yi 1818 yılında manastıra gönderecektir. Manastır, Aurore’un hayatında bir dönüm noktası olur. Onu ucundan azıcık törpülemesi beklenen bu tecrit, tam tersine sofuluğa iter. Aurore öylesine derin bir inanca sarılır ki, rahibe olma hayalleri kurmaya başlar. Ancak kader, onun için bambaşka bir yol çizecektir.
1822 yılında Manastır’dan Nohant’a geri döndürülen Aurore, Casimir Dudevant ile evlenir. Hayatım isimli kitabında “1824 baharında nedenini kestiremediğim büyük bir karamsarlığa kapıldım. Her şey ve hiçbir şey bu karamsarlığın nedeniydi.” diye yazmıştır. Kocası Casimir, işsiz, içkici ve sıkıcı bir tiptir; Aurore ise boş durmayıp platonik aşklar yaşamaktadır. 1829 yılında ilk denemelerini yazmaya başlayan Aurore, artık kocasını başka adamlarla aldatmaktadır. Hatta aynı yıl doğurduğu kızı Solange’ın gerçek babasının kim olduğu konusu şaibelidir.
1831 yılında, Aurore kocasıyla anlaşarak Paris’te yaşamaya başlar ve ciddi olarak edebiyat hayatına atılır. Bu dönemde hem daha ucuz ve dayanıklı olduğu hem de kadınların girmesine izin verilmeyen yerlere gitmesine olanak tanıdığı için erkek kıyafetleri giymeye başlar. Bu yıllarda, kadınların erkek kıyafeti giyebilmek için sağlık yahut at binmek gibi nedenlere istinaden özel bir izin alması gerekmektedir. Kara koyun Aurore, izin almakla falan uğraşmaksızın erkek kıyafeti giyecek cürette bir kadındır. Figaro gazetesinde çalışmaya başlayan ve Balzac’la dostluk kuran Aurore’nin, yazdığı hoş bir anısını paylaşmak istiyorum: “Bir akşam Balzac’ın evinde garip bir yemek yemiştik. Sanımca yemek öküz haşlaması, kavun ve buzlu şampanyadan meydana gelmişti. Yemekten sonra Balzac yeni aldığı bir sabahlığı giyip geldi. Onu bize genç bir kız sevinciyle gösteriyordu. Daha sonra eline bir şamdan aldı ve bizi sabahlık ile Luxembourg parkının parmaklıklarına kadar geçirmeye kalktı. Vakit geçti. Sokaklarda kimseler yoktu, kendisine eve dönerken bıçaklanacağını söyledim. ‘Ne münasebet!’ diye cevap verdi. ‘Hırsızlara rastlayacak olsam ya beni deli sanıp korkarlar ya da bir prens sanıp saygı göstermeye kalkarlar!“ (Kendime not: Balzac’ın hayatını araştır. Tam benim kalemim bir ruh hastası!)
Nihayet, 1831 yılında George Sand takma adıyla ilk romanı “Indiana” yayınlandığında büyük başarı kazanacaktır. Takdire şayan bir üretkenlikle yazmaya hayatı boyunca devam edecektir. Yaşadığı dönemde, İngiltere’de kitapları en çok satan Fransız yazarlardan biridir hatta bazı kaynaklara göre Victor Hugo’yu bile geçen satış rakamlarına ulaşmıştır.
Libido konusunda da Hugo ile yarışabilecek George Sand’in hayatına çoğunuzun bildiği gibi Alfred de Musset, Chopin ve daha niceleri girecektir. Hatunun her skorunu listelemenin gereği yok ancak çok hoşuma giden bir detayı paylaşmak istiyorum. Musset ile ilişkisinin ardından depresyona giren George Sand’e arkadaşları destek olmuş. Büyük ressam Delacroix’dan gelen tavsiye şu: “Kendinizi oluruna bırakın. Ben böyle zamanlarda üstünlük taslamam, Romalı olarak doğmadım ben. Kendimi umutsuzluğuma bırakırım. O beni kemirir, yıkar, öldürür. Sonra o da yorulur, bıkar ve beni bırakır.” Ünlü eleştirmen Saint-Beueve, “oyalanmasını” tavsiye eder. Besteci Liszt ise “yalnızca Tanrının aşık olunmaya layık olduğunu” söyler. George Sand! Sen nasıl bir kraliçesin? Ben aşk acısı çekerken, adsız sansız arkadaşlarım “kendimi salmamamı” falan söylüyor.
Sand’in ölüm haberini gazeteden öğrenen Dostoyevski ise onun hakkında bir makale yazacaktır ki şöyle başlar: “Her şeye rağmen, bu ismin zihinsel yaşamımda tutmuş olduğu tüm yeri, yazarın eskiden bende uyandırmış olduğu tüm coşkuyu, ona borçlu olduğum tüm sanatsal zevkleri, zihinsel mutluluğu ancak bu ölümün haberini okuduktan sonra anladım.” George Sand, edebiyat tarihinin en cesur figürlerinden biri olarak hatırlanmayı hak ediyor. Onun hikayesi, yalnızca bir kadının toplumsal kısıtlamalara karşı mücadelesi değil; aynı zamanda sanatın ve bireysel özgürlüğün ne denli dönüştürücü bir güç olabileceğini bizlere hatırlatıyor. Belki de Sand gibi kadın yazarların hak ettikleri takdiri görebilmesi için gönlümüzde onlara daha fazla yer açmayı öğrenmemiz gerekiyordur.
Dipnot: Dostoyevski demişken; onun hakkında anlatacak çok şey var lakin Tolstoy konusunda yazdıklarımdan sonra bir büyük Rus yazarı daha benim kalemimden okumaya hazır mısınız bilmiyorum.
Haziriz:) 💛
O halde hemen Juliette Binoche'lu bu film; Les enfants du siècle 🍸